3 Haz 2009

1. DİL FAKTÖRÜ





Divan Edebiyatının büyük şairlerinin eserlerini,Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğunlukla kullanıldığı bir dille yazmaları, bu dili kültür ve sanat dili olarak yüzlerce yıl işlemeleri, sanat kaygısıyla Türkçe’ye gereken önemi vermemeleridir. Tanzimat döneminde, Maarif-i Umûmiye Nizamnamesiyle (1869) Türkçe öğretim dili kabul edilip bağımsız ders olarak öğretim programlarına girmiş, Cumhuriyet döneminde yapılan harf ve dil devrimiyle değer görmeye başlamışsa da daha önceki yüzyılların ürünü olan Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğun olarak yer aldığı metinlerle günümüz öğrencisi doğal olarak bağ kuramamıştır.

Bu metinlerin anlaşılmasını güçleştiren başlıca etken, açık olmayan şiirsel anlatımın Arapça, Farsça kelime ve kelime gruplarında iyice örtünmüş olmasıdır.”(4)

Kendi çağında anlaşılır bir şehirli Türkçesi kullanılmasına rağmen,Bâki’nin, liselerde de okutulan Kanunî Mersiyesinde yer alan,

Ey pây-bend-i dâmgeh-i kayd-ı nâm ü neng

Ta key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bidireng

beytinde tek Türkçe sözcük bulunmazken veya Nefî’nin,Sultan I.Osman’a yazdığı kasidedeki

Aftâb-ı bahr ü ber sâhip-kırân-ı şark ü garb

Şehsüvar-ı nâm-ver râyet-güşâ-yı safderi

beytinde gene tek Türkçe sözcük yer almazken, öğrencilerin bu ve benzeri metinlere ilgi duyup sevmeleri beklenemez.

Sorun, sadece Arapça ve Farsça’dan alınan sözcükler değildir. Çünkü, kültür etkileşimi sonucu, aşağı yukarı tüm dünya dillerinde yabancı sözcükler vardır, olması bir ölçüde de doğaldır.Ancak, Türkçe’ye sözü edilen dillerden sözcük alınmakla kalınmamış, dil kuralları da olduğu gibi alınmıştır.

Osmanlıca’nın sakatlığı yalnız üç dilin kelimelerinden toplanmış olmasından değil, bu dillerin kurallarının da olduğu gibi Türk diline aktarılmış bulunmasındadır. Bunun da adı “kavâid-i Osmaniye”dir (5).

Medrese dili olan Arapça, Tanzimat döneminde rüşdiyeler açılınca bu okullara da “kavâid-i Osmaniye” adıyla girmiş; Emsile, Bina, Maksûd,Türkçe’ye çevrilerek okutulmuşsa da ağırlık gene Arapça’da olmuş, Türkçe gene ikinci plânda kalmıştır.

Böylelikle, “kavâid-i Osmaniye” dedikleri Türkçe dil bilgisinin ağırlık merkezi Arapça’nın kuralları olmuş, Farsça’nın kuralları da buna katılmış, Türkçe’nin kuralları ise, önemsiz bir bölüm olarak bunlara eklenmiştir”(6).

Kur’an dili diye kutsal sayılan ve söz varlığı açısından zengin bir dil olan Arapça’nın tüm bâbları (kalıpları) alınmış, kamus ve ferhenglerden (Arapça ve Farsça sözlüklerden) sanat ve hüner amacıyla yığın yığın sözcük aktarılmıştır.

Canlı bir organizma olan dilin gerçek yaşamla bağlantısını dikkate almayan, onun toplumla iletişimini, millî birlik ve bütünlüğü sağlamadaki işlevini hesaba katmaya Divan şairleri, bunun bedelini unutulmakla ödemişlerdir.

“Dil üzerinde düşünmeyiş, dil ile edebiyat, dil ile hayat arasındaki derin münasebet hakkında sağlam bir görüşe sahip olmayış bize çok pahalıya mal olmuştur. Arapça ve Farsça ile Türkçe arasındaki farkı hesaba katmayan Divan şairleri, bu gafletlerinin cezasını unutulmakla, yani ölümle ödemişlerdir. Dil, sıkı sıkıya millî varlığa, hayata ve cemiyete bağlıdır. Bu basit hakikati Türk edebiyatçıları çok geç, yirminci yüzyılın başında öğrenmişlerdir”(7).